8 Ekim 2011 Cumartesi

Cüce / Leylâ Erbil

Alacakarnlıkta uyandın, koridora çıktın, seni daha da yaşlı gösteren göğsü farbelalı papatyalı sarı geceliğin üzerindeydi,, aynaya baktın! Baktığında aynada yoktu orada yüzün! Yüzün yoktu orada! Yutmuştu seni ayna! O sana bakıyordu bomboş, sen de ona; aynaydın da sen artık o sadece yansıtıyordu senin aynalığını sana. Saçmanın bulanmanın doruğundaydın!
     Üst kenar suyunda ve alt kemerinde oyma "Meryem Ana Zambakları" nın (lilium kandium) öbeklendiği altın yaldız çerçevesi içinde cansız ve dilsiz kalakalmış olan bu sırlı cama yüzünü dehşetle yaklaştırıp uzaklaştırmaya başladın; hohladın, ayışığında ortası yanıp sönen ışıksızlığı hohladın, sildin, ovaladın; geri istiyordun kendi yüzünü ondan; o hiç kımıldamıyordu; dümdüz, karanlık gölsü boşluğunu yansıtmayı sürdürüyordu sana. Ancak pes etmedin bekledin sabırla;; her sabah ilk iş oraya koşuyor lilium kandium'ları okşuyordun, onu (kendi yüzünü) kaskaranlığı içinde kıpırdamadan görmenle etten duvar, sanki otomata para atmışsın da Boston'da, o dondurucu havada kurak çerçeveyi bir elinle yumruklarken öteki elini duvarın dibinde dolaştırarak aşağıya avcuna düşecek olan yüzünü bekliyordun... Boston'da ne çok beklemiştin erkekleri, sevgililerini, hiçbiriyle sürekli bir aşk yaşamamıştın o sarışın genç adamların, iliklerine işleyen o soğukta sevgililerinin donmuş acısıyla bekledin yüzünü aynada...
     Ne yapsan olmuyordu; o buzsu derinliği kırmamaya dikkat ederek orta yerini -merkezi- yumruklaman da para etmedi.
     İstemiyordun hâlâ, baba-ana-ata yadigârı aynanın parçalanmasını aslında;; o vakit geriye hiç umut kalmayacaktı;; o zaman büsbütün yitecekti geçmiş, şimdi ve gelecek ve yutuluşa bir de intihar ve yok ediş eklenecekti. Yokoluşa alıştıramamıştın kendini bir türlü. 


Leylâ Erbil
Cüce, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

2 Ağustos 2011 Salı

UZAK / Oruç Aruoba



Yaşamın yüzlerce yönelimli bir deneme olsun:
başarısızlığın ve başarın, kanıt olsun:
neyi denediğinin ve kanıtladığının da
bilinmesini sağla.

Nietzsche
KGW VII [16]


Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür: kişi, ne yaparsa yapsın, ya, birşeylere –birilerine– yaklaşıyor, ya da birşeylerden –birilerinden– uzaklaşıyordur  – hiçbirzaman, biryerde –birileri ile birlikte–, duruyor değil : hep yürüyor...


Bu bilinç, zor. Canlı tutması, zor: nelerden –kimlerden– uzaklaştığını –uzaklaşmakta olduğunu– düşününce, kişi, neleri –ne çok kişiyi– yitirdiğini anlar ––– gittikçe, daha fazla... Ama, o, şimdi uzaklaşmakta olduklarına bir zamanlar ne denli yakın olduğunu düşününce de, neleri –ne çok kişiyi– kazandığını anlar.

Garip bir dengedir bu: Yaşadığı yakınlıklar ve uzaklıklar –yakınlaşmalar, uzaklaşmalar–, kişinin yaşamında karşı karşıya gelerek, hem bir yoğun çelişmeler yumağı, hem de bir uzun uyumlar dizisi oluşturur:-

Yakınlaşmışları, çünkü, önceleri uzak olmuş; uzaklaşmışları da, önceleri yakın olmuştur – her bir yakını için bir uzak; her bir uzağı için de bir yakın...
Bu denge, kişinin, temelinden anlaşılmaz bir dengesizlik olan yaşamını bir bütün olarak kavramasını da sağlar; anlamış olduğunu sandığı hiçbirşeyi, aslında, kavramamış olduğunu anlamasını da...

Yaşam, belki, kavrayınca uzak; anlaşılınca, yakındır –––
Ya da, tersi...
*
Yaşamı, kişinin,, eylemlerinden oluşur  – bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde uzak olan; şu ya da bu ölçüde de yakın olanları vardır.
Yaşamı, demek ki, kişinin başka kişilerle ilişki içindeyken bulunduğu eylemlerden; böylece de, başka kişilere yakınlaşmaları ve başka kişilerden uzaklaşmalarından oluşur – bunların (henüz bitmemiş) toplamıdır.
*
Böylesine bitmemiş toplamlar; ya da, toplanmış bitmemişlikler, nasıl, toparlanıp bitirilebilir, ya da, bitirilip toparlanabilir ––– burada, bu, deneniyor...

o.a.
19 h 1995
Yoğurtçubaşı

10 Temmuz 2011 Pazar

Açılış Dersi'nden-altını çizdiklerim

     Anlatım [ya da dil] yeteneği [Fr. langage] bir yasalar bütünüdür; dil [Fr. langue] ise onun kodudur. Bizler dil içindeki iktidarı göremeyiz, çünkü her dilin bir sınıflandırma olduğunu, her sınıflandırmanın da baskıcı olduğunu unuturuz: [Fransızca'da ordre (düzen,sıra) sözcüğünün kaynaklandığı Latince'deki] ordo hem dağıtım, bölüştürme hem de göz dağı verme demektir.
(...)
Ama dil, her anlatım yeteneğinin edim haline getirilmesi olarak, ne gericidir ne de ilerici yalnızca faşisttir; çünkü faşizm söylemeyi engellemek değil, söylemeye zorlamaktır.
(...)
     Konuşmaya başladığım andan itibaren bu iki özellik bende biraraya gelir: Ben aynı anda hem efendiyimdir hem köle: Daha önce söyleneni yinelemekle, göstergelerin köleliği içine rahatça yerleşmekle yetinmem; yinelemiş olduğum şeyi dile getirmiş, ileri sürmüş ve tam yerine oturmuş olurum.
     Demek ki dilde kölelik ve iktidar kaçınılmaz olarak birbirine karışır. Eğer yalnızca iktidardan kurtulma gücünü değil de, özellikle hiç kimseye boyun eğdirmemeyi de özgürlük olarak adlandırıyorsak, o zaman, yalnızca dilin dışında özgürlük var olabilir. Ne yazık ki, insan dilinin dışı yoktur: O bir kapalı oturumdur. Ondan ancak olanaksıza ulaşarak çıkılabilir: Bu da ya Kierkegaard'ın betimlediği biçimiyle mistik bir farklılık yoluyla sağlanır ya da Nietzsche'nin amin'iyse, dilin köleliğine (Deleuze'ün deyişiyle dilin tepki verici kapalılığına) getirilmiş bir sevinç sarsıntısı gibidir. Ama bizler, inanç şövalyeleri de insanüstü yaratıklar da olmadığımıza göre, diyebilirim ki, ancak dili atlatabilir, ancak dille oynayabiliriz: İktidar-dışı dili, dilin sürekli devrimindeki görkem içinde duymayı sağlayan bu kurtarıcı aldatmacayı, bu sıyrılışı, bu eşsiz kandırmacayı ben kendi adıma edebiyat diye adlandırıyorum.  
(...)
Bilim kabadır, yaşam naziktir ve işte bu mesafeyi gidermek içindir ki edebiyat bizim açımızdan önemlidir.
(...)
Gerçek olan canlandırılabilir nitelikte değildir ve insanlar sürekli olarak onu sözcüklerle canlandırmak istedikleri içindir ki, bir edebiyat tarihi vardır.
(...)
Ne kadar arzu varsa o kadar da dil vardır: Ütopik bir öneridir bu, çünkü hiçbir toplum birçok arzunun bulunduğunu kabul etmeye hazır değildir henüz.


Roland Barthes
Bir Deneme Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi, YKY

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Hiyerarşiden nefret ederim. Çıplakken herkes birdir.

Neden ünlüler imtiyazlı olsunlar? Suratları zaten kendilerinindir. Oysa cinsellik insan varlığının bir parçasıdır. Hiyerarşiden nefret ederim. Çıplakken herkes birdir. Cinsel organlar vücudun “pis” bölümleri olarak addedilir. Bu çok aptalca. Bizler oralardan geliyoruz. Hiç kimse bir kulak ya da burundan doğmamıştır. Doğal yaşamın bir gereği olan cinselliği resimlemenin ya da mizahını yapmanın yanlışlığı olamaz. Ama bazı kimseler zihinlerinden geçenlerin kendilerine gösterilmesinden 

Roland Topor-Some people don’t like when I show what’s in their mind/ 
Joe Szabo (WittyWorld-17 Winter 1994)


Sarhoş olun

     Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda: tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
     Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun.

     Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”


Charles Baudelaire
Paris Sıkıntısı, YKY

13 Haziran 2011 Pazartesi

Hiçliğin Türküsü (Chant du néant)

Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde
Arıyorum.
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım yolu. 
Bir orada, bir burada 
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını. 
Bu korkunç boşlukta
Bu sonsuz boşlukta,
Her yanım kum... 
Alabildiğine parlak, boğucu 
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana: 
"Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir ruh sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun. Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen."



Porphyre Eglantine

12 Haziran 2011 Pazar

Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir...
-Cesare Pavese

7 Haziran 2011 Salı

Sevgi: Gerçekleştirilemez

Her anı ölüdür.
     Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.
    Başka hiçbir şey.
    Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi.

"İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır; oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir."

     Gövdeler iç içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi olanaksız mı. O sonsuz boşalma anında da sevgi doyumsuz, insan yalnız mı. Doğum anında. Ölüm anında.
     Sevgi istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı. 


Tezer Özlü
YKY, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Soyunmam gerek

Soyunmam gerek. Gözlerimi çukurlarından çıkarabilriim. Saçlarımı yolabilir, ağrıyan dişimi çıkarıp atabilirim, sertleşmiş boynumu, düşüncelerden yorulmuş başımı.
Bir yüksekliği, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım.
İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.


Tezer Özlü
YKY, Yaşamın Ucuna Yolculuk

1 Haziran 2011 Çarşamba

Güzel Irmak

Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız

İlhan Berk

30 Mayıs 2011 Pazartesi

We think too much and feel too little.
-Charlie Chaplin

O gece ben olmayacağım

O gece ben olmayacağım.
Utancımdan bakamadığım aynalarda
Güldüğünüzü görecek
Anlayacaksınız.

Her gece birinin olmadığı gecedir.
Gecelerinizi karıştıracak gitgide
Olmayanlarınızın çoğalması.
Benim olmadığımı duyduğunuz bir gece
Korkacaksınız.

Şimdiden düşünüyorum son kalanımızı
Son gidenimizin bu gecesinde.
Ama bir gece olacak, ortalarda bir gece..
İçinde siz de olmayacaksınız,
Ayrıca.

Özdemir Asaf

26 Mayıs 2011 Perşembe

Oda

Evin doğası sessizliktir.
Odalar, sofalar, merdivenler, döşemeler sessizlik eğirir.

SESSİZLİK İSTER EV.

Ev keçiyolları yumağıdır. Bu keçiyolları besler onu.
Böyle bir sessizlik, sınırsızlık saçar.
Her şey de bu sessizliği dolu dolu yaşar.
(Evde paylaşılan tek şey de budur.)

Odadır, ev.

Bir ada.
(Kendi halinde)
Bir içe çağrı.
Kapalılığa, yalnızlığa övgü.


Ama biz bir evi görürüz hep.
Oysa ev seyircidir.
Gezinir, yokmuş gibi yaşar.
Açar kapar kapıları
Evde her şey birbiri için vardır.
(Kapalılık bunu gerektirir.)
Oda yalnız kendisi için yaşar.
Her durumda düşe çekilir ev.
Oda hep uyanıktır.
Her şeyi konuşur oda.
Her şeyin de bir anlamı vardır.
(Hiçbir şey anlamdan kurtulamaz.)

İnsan bir adadır.

Oda: Bir dünya.

-İlhan Berk

8 Mayıs 2011 Pazar

8.10 Vapuru


Sesinde ne var biliyor musun
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için 
Üst kata çıkıyorsun


Sesinde ne var biliyor musun
Uykusuz Türkçe var
  İşinden memnun değilsin
  Bu kenti sevmiyorsun
  Bir adam gazetesini katlar


Sesinde ne var biliyor musun 
Eski öpüşler var
Banyonun buzlu camı
  Birkaç gün görünmedin
Okul şarkıları var


Sesinde ne var biliyor musun
Ev dağınıklığı var
İki de bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
  Düzeltiyorsun


Sesinde ne var biliyor musun 
Söylemediğin sözcükler var
  Küçücük şeyler belki
  Ama günün bu saatinde
  Anıt gibi dururlar


Sesinde ne var biliyor musun
Söyleyemediğin sözcükler var


Cemal Süreya

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Görünmez Canavarlar

“Fotoğrafçı bağırırdı:
Bana şehvet ver bebek!
Flaş.
Bana muziplik ver!
Flaş.
Bana tarafsız varoluşçu can sıkıntısı ver.
Flaş.
Bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver.
Flaş.”

Chuck Palahniuk

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Sadaa

Bugüne en uzak gün, dün.


-Özdemir Asaf

Dün dağlarda dolaştım evde yoktum

Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yazdım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: "Ad evdir." (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bizim kendinde sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. Yapmur yağmamazlık edemez. Taş, düşmemezlik.


İlhan Berk

24 Nisan 2011 Pazar

“Acayipleşti havalar
bir gunes, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar
Stronsiyum 90 yağıyormuş
aşa, süte, ete, umuda, hürriyete
kapısını çaldığımız büyük hasrete
Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya dünyamıza inecek ölüm”

Nazim Hikmet RAN

15 Nisan 2011 Cuma

Hişt Hişt!


Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt,dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

- Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi "hişt" dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!

Sait Faik ABASIYANIK
( kasım 1906- 11 mayıs 1954 )

14 Nisan 2011 Perşembe

dün, bugün, yarın.

N'olmuş her fırsatta kendimle konuşuyorsam? Bakma sen yanlış söylemiş eskiler. Kendi kendine konuşana deli değil, yalnız derler. 
-Cemal Süreya

13 Nisan 2011 Çarşamba

Dinle Küçük Adam'dan

Gerçekten canlı ya da gerçekten yaşayan insanlar, insansal ilişkilerinde sevecen ve saftır, kuşku duygusundan uzaktır; bunun sonucu olarak da içinde bulunduğumuz koşullarda, tehlikeyle karşı karşıyadırlar.


-Wilhelm Reich

Aylaklık

Aylaklık edip kaybetmiş olmak, hiç aylaklık etmemiş olmaktan iyidir.

-James Thurber

11 Nisan 2011 Pazartesi

Yaşamaya dair


1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                           fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                           belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                           yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
        hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

Nazım Hikmet               
En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.

Arthur Schopenhauer

10 Nisan 2011 Pazar

Çocukluğun soğuk geceleri

Güneşli günlerde mutfak sabah güneşiyle doluyor. Buradan Fatih Camii görünüyor. Sonraları yığma apartmanlar tüm görüntüyü kapatıyor. Her balkona atılmış eskiler, her pencereden yükselen bağrışmalar, her evde çalan radyoların şarkıları, sessiz hiçbir an bırakmıyor.
Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir kaygı.
Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölüm ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar.
Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.


Tezer Özlü
YKY, Çocukluğun Soğuk Geceleri, s.12

9 Nisan 2011 Cumartesi

Ne Diyorsun Sen Be?

Orhan Cem Çetin'den

Trendeyim. Yeni bir çekim için yoldayım. Canım kimseyle konuşmak istemiyor. Bir arkadaşımla birlikte yola çıktık. Fotoğrafçılığa meraklı. Benimle vakit geçirmeyi seviyor. Hem, bana da yarenlik ediyor, beklemelerde, yollarda yalnızlığımı gideriyor.
Ama bu defa içimden onunla bile konuşmak gelmiyor. Nedensiz bir sıkıntı var üzerimde. Belki sonraki gün başlayacak çekime konsantre oluyorumdur.
Fotoğrafçılığı kimi zaman taksi şoförlüğüne benzetirim. Bir sonra yanınızda kimin oturacağını, onun sizi kendi meseleleri uğruna nereye savuracağını, başınıza neler geleceğini asla önceden bilemezsiniz. Bu defa da öyle oldu.
Trendeyiz. Gürültülü bir tren yolculuğu. Hava yavaşça kararıyor. Güneş, kompartmanımızın penceresindeki yerini korumaya çalışıyor. Diğer herşey hızla kayıyor önümüzden. Tren, bir film şeridi gibi ilerliyor arazide. Her pencere, bir film karesi.
Alacakaranlıkta, tarlalardan kızaran güneşle aynı renkte isli alevler yükseliyor. Arkadaşım, “Yau Cemcim, manzaraya bak! Çeksene şunu!” diye bana ikram ediyor müthiş manzarayı. “Şimdi üşeniyorum; derinde makine. İstiyorsan sen çek,” diyorum, gözlerimi dışarıdan ayırmadan. Niye o anda bir fotoğraf çekmem gerektiğini pek kavrayamıyorum. Daha fazla da düşünmüyorum zaten.
6 kişiyiz kompartmanda. Dördünü hiç tanımıyorum. Karşımda, benim gibi pencere yanında oturan yaşlı bir adam var. Yola çıkarken ricası üzerine yer değiştirmiştik. Yüzünü trenin gittiği yöne dönerek oturması gerekiyormuş. Yoksa rahatsızlanıyormuş. Benim için sorun değil. Hatta, dışarı bakarken manzaranın sürekli benden uzaklaşıyor olmasını daha anlamlı, hayatın gerçeğine daha yakın buluyorum galiba.
Bu defa arkadaşım istiyor yerimi. İlle fotoğraf çekecek. Ben yine gözlerimi dışarıdan ayırmadan, oturduğum yerde kayarak pencere yanını boşaltıyorum. Bizimki hemen cama yapışıp ayar yapmaya başlıyor. Birkaç teknik soru soruyor. Sonra camdaki yansımasından şikayetçi oluyor. Diğer yolculardan izin alıp birkaç dakikalığına kompartmanın ışıklarını söndürüyorum. Dışarıdaki anız yangınları daha da muhteşem görünüyor şimdi. Arkadaşım peşpeşe deklanşöre basarken, karşısındaki yaşlı adam, “Aaaah!” diyor aniden. “Şimdi ne çok börtü böcek, köstebek ölüyordur orada!”
Sessizleşiyoruz hepimiz. Irak savaşının ilk günlerinde, TV’den  gece saldırıları naklen verilirken bir muhabirin izli mermilerin gökyüzünde oluşturduğu ışık selini ne kadar muhteşem bulduğunu anlatışını anımsıyorum. Biz fotoğrafçılar, bunu ne çok yapıyoruz aslında. Çoğu kez farkına bile varmadan.
Muhteşem görünüşler. Çarpıcı sahneler. Unutulmaz ifadeler. Etrafıma bakıyorum. Burası da onlarla dolu aslında. Camdan dışarı bakıp, kömürleşen börtü böceğe hayıflanan amca ve yanında oturan, elleri göbeğinin altında birleşmiş, başı ve sarkık dudakları sağa sola sallanarak uyuyan memleketlisi. Amca, hiç şüphesiz biraz daha beklesem küçücük el yapımı basma bir kesenin içinde sakladığı Serkisof ya da Hislon marka köstekli saatini çıkarıp gözlerinden şöyle biraz daha uzaklaştırarak toprağa basmasına kaç saat kaldığına bakacaktır. İşte sana çarpıcı bir fotoğraf. Peki ama bunu neden çekmeli? Ben bu amcayla şu anda konuşmak bile istemezken, onun bir fotoğrafını çekmeye hakkım var mı? Hele o fotoğrafı sergilemeye, bu görüntü üstünde, elimde bir kadeh beyaz şarapla bir sergi açılışında ahkam kesmeye hakkım var mı? Ne biliyorum ben bu amca hakkında? Tesadüfen aynı kompartmana düşmemiz dışında ne gibi bir ortak yanımız var? Ben acaba onu ilgilendiriyor muyum?
“Amca,” diyorum aniden, “kaç yaşındasın?”
“Yetmişbeş” diyor, tereddütsüz. Galiba yuvarlıyor bu sayıyı birkaç yıldır. “Ş” harflerinde uyumsuz bir total protezin akustiği var.
“Maşallah,” diyorum. “Kaç torunun var?”
“Dört çocuktan on yedi torun.”
“Ooo! Çokmuş. Ne güzel, yalnız bırakmıyorlardır seni.”
Sessizce gülüyor. Dışarı çeviriyor bakışlarını yine. “Herkes kendi derdinde oğlum,” diyor sonra. “Bizi unuttular. Üç sene önce hanım öldü. Biraz toprağımız, hayvanımız vardı. Hep sattım, çoluk çocuğa, torunlara okul harçlığı olsun, evlenenlere yardım olsun. Hepsi çekip büyük şehirlere gitti. Ben kaldım dımdızlak. Duramıyorum evde. Kimsem yok. Konu komşu hep benden genç. Arkadaş yok. Hepsi sizlere ömür. Kahvede duramıyorum. Akşama kadar meşgale arıyorum. Şimdi bu trenlerle dolaşıyorum. Sabah erkenden biniyorum. Çok uzağa gitmiyorum. Akşama da gerisin geri dönüyorum. Ne yapayım oğlum, böyle gide gele sonunda bizim de nereye gideceğimiz belli. Günümü dolduruyorum işte.”
“Öyle deme amca!” diyorum ani bir refleksle. Peki öyle demesin de ne desin? Var mı bir önerim acaba? Çok kötü hissediyorum. Adeta onu bakımsız tren kompartmanlarında yabancılarla sonuçsuz sohbetlere terkeden evlatlarından biri benmişim gibi suçlu sayıyorum kendimi. “Onlar da özlüyorlardır seni ama, hayat kavgası işte,” diyorum.
“Öyle, öyle,” diyor. “Canları sağolsun. İyi olduklarını bileyim yeter. Üç beş kuruş para yolluyorlar ara sıra. Mektup yolluyorlar. Ara sıra telefon.” Elini ceketinin cebine sokuyor. Epey uğraştıktan sonra, derinlerden ufacık, şişkin bir defter çıkarıyor. Bu amcanın, …
“Amca adın ne?”
“Serhat oğlum.”
Bu Serhat amcanın yanından ayıramadığı, her daim yorgun kalbinin üzerinde taşıdığı şu küçücük hazinesinde neler var acaba.
Bana defterinin arasından fotoğraflar çıkarıp gösteriyor. Defteri kadar küçük fotoğraflar. Kimilerinin de, oraya sığsın diye “gereksiz” yerleri eğri büğrü kesilmiş. Rahmetli eşi, bir balkon kenarında, kocaman açmış cinsi belirsiz bir saksı çiçeğinin yanında, belirsiz bir geleceğe gülümsüyor. Serhat amca, bir ortaokul öğrencisi olarak beden eğitimi dersinde, arkadaşlarıyla. “Bak, şu benim,” diye ön saftakilerden birini gösteriyor. Fotoğraf o kadar küçük, Serhat amcanın tırnakları çatlak kuru parmakları o kadar büyük ki, fotoğraftaki hayallerden hangisini işaret ettiğini anlamak mümkün değil. Hele sürekli sarsılan kompartmanın cılız ışığında. Zaten ne farkeder ki. Bu daha çok onu ilgilendiriyor. Fotoğrafta yedi çocuk var. O halde bu fotoğraftan altı tane daha “tabedilmiş” zamanında. Serhat amcadan da altı tane daha varmış. Onlar kimbilir neredeler şimdi. Her biri bu fotoğrafı kalbinin üzerinde taşıyor ve bir yabancıya göstermek için fırsat mı kolluyordur? Yoksa çoktan Serhat amcanın bir an önce ulaşmaya çalıştığı son durağa ulaşmış, bu toprak kokan fotoğraf da bir torunun çekmecesini boylamış mıdır?
Aniden yüreğim sıkışıyor. Hırslanıyorum. “Amca, bu fotoğrafı bana versene,” deyiveriyorum.
Serhat amca yüzüme bakıyor. Diğer yolcular da başlarını kaldırıp şaşkın, sessizce bizi izliyorlar. Bir süre bakışıyoruz amcayla. Sonra, “Al,” diyor ve biraz daha uzatıyor fotoğrafı bana doğru. Vermeden önce son bir kez çevirip arkasına bakıyor. Aramızda gizli bir ittifak oluyor. O beni anlıyor. Daha fazla konuşmamıza gerek kalmıyor.
Fotoğraf el değiştiriyor. İkimiz de yavaşça arkamıza yaslanıyoruz. Benim elimde hazinenin en değerli parçası, Serhat amcanın elinde ise artık kimin için sakladığını bilemediği geri kalan evrak-ı metruke, bir süre bakışıyoruz. İfadesiz. Daha fazla konuşmaya korkuyoruz adeta. Neden aldım ben bu fotoğrafı onun elinden?
Bu fotoğrafı ben Serhat dedenin torunlarından daha fazla hakettiğime inandım da ondan aldım. Bunu o da anladı da ondan bana verdi. Daha doğru dürüst tanışmadık  bile. Adımı bilmeli. Ona minnettar olduğumu da. Demeli ki bu akşam başını yastığına koyduğunda, “Cem adında bir adam, çocukluğumu aldı benden; benden daha iyi saklayacak onu.”
Tam kendimi tanıtmak için ağzımı açarken, yanımda oturan arkadaşım aniden bana doğru dönüp kolumu sıkıca kavrıyor. “Cemcim ya, sence dijital, filmin yerini tamamen alacak mı?”
İçimden, “Ne diyorsun sen be?” diyorum arkadaşıma ve bir sigara yakıp çocukların hangisinin Serhat amca olduğunu bulmak üzere koridora atıyorum kendimi.
negatifadam
Kasım 2003 / Photoline

İstanbul geometrisi


İstanbul bir yükselmedir. Minareleri onu yukarı çeker. Uhrevi bir sesleniş, yakarış ve bakışla İstanbul yükselir.
İstanbul bir çukurdur. Gökdelenleri onu dünyevi hesaplarla batırır, çıkarır, bir daha batırır. İstanbul ticaretle batar, alçalır.
İstanbul bir uzanmadır. Deniz onu uzatır, o denize uzanır. İstanbul uzun bir şehirdir. Coğrafyası ve tarihiyle.
İstanbul kısa bir şehirdir. Bir kısalmadır. Şimdiki zamanın acımasız hançeriyle vurulur, bıçağıyla yarılır. Bir günü bir gününe benzemez. Yıkıcı bir kısalıktır İstanbul’unki.
İstanbul bir kavuşmadır. Bir kavuşma isteği. Bitimsiz hasret. Haydarpaşa, Sirkeci, limanlar, iskeleler. İki yakada iki yakasını bir araya getiremeyenler.
İstanbul bir yarılmadır, bir ayrışma. Yoksulluk, farklılık, düşmanlık. Her semtinde ayrı hayat. Kimse kimseye değmez. Kimse kimsenin derdinden anlamaz, dinlemez.
İstanbul bir parlamadır. Gözü kapatıp açma. Kamaşma. Yansıma. Camlardan, sudan.
İstanbul bir kararmadır. Umudun kararması göz açıp kapatıncaya kadar. Camlarda, suda karanlık. İçimizde. İstanbulluların içinde. İstanbul bir sislenmedir. Her halükarda.
İstanbul sudur. Herkesin hikâyesi ayrıdır. Su alıp götürür, anlatır kıyılarda. İstanbul’da hayatı su alıp götürür. Boğaz’ın suları İstanbul hayatları taşır. İstanbul dertleri ummanına döken şehirdir.
İstanbul kandır. Tarlabaşı, Dolapdere, Laleli. İkitelli’de küçük kızlar pazarı. Sinyalcileri ezer lüks otomobiller. İstanbul en acımasız şehirlerindendir dünyanın. Uzaktan ama çok güzel görünür.
İstanbul bir kristaldir. Yekpare ama her yüzeyi ayrı renk. Yanar döner. Işığa tutunca nasıl da parlar. Edebiyatın, sanatın ışığına.
İstanbul çatlak bir vazodur. Yakından bakınca çatlakları, zorakiliği, tutkalı farkedilir. İstanbul zoraki bir şehirdir. Her an dağılacak gibi. İstanbul kendini zor tutan şehirdir. Kendini bir umut tutan. Bir umuda tutunan.
İstanbul taşı, toprağı altın şehir. Bilmeyene.
Bilen bir gün başını taştan taşa vurur.


Ahmet Tulgar
İZ dergisi No:30 2010/6

*Fotoğraf Kamil Fırat'a aittir.